Tarihteki kırılma anlarını hatırlamak, zamanla eklenmiş olan bilgilerin, verilerin eşliğinde yeniden değerlendirmek, eksikleri kapamak için özel yıldönümleri vesile olurlar. Hem vakanın tarihsel bağlamını daha incelikli biçimde açıklayabilmek, hem de güncellikle nasıl ilişkilendiğine dair söyleyecek şeyler bulabilmek için geriye dönüşlü bir bakış öne çıkar.
Bir yandan yaşananların yüz yıl öncesinin koşulları altında belgelenmesinde karşılaşılmış zorluklar, bir yandan da Türkiye Cumhuriyeti’nin resmileşen inkâr siyasetinin getirdiği perdelemeler sonucunda, yüzüncü yıl vesilesiyle 1915 Soykırımı’nı işleyen sergilerde de, neler yaşanmış olduğunu daha fazla görünür kılmak gereksinimi öne çıkmış görünüyor.
Bunun yanı sıra Ermeni kültürüne dair Anadolu’daki izlerin tüm bir asır boyunca silinmeye tabi tutulmuş olması da 1915’te yaşananların yanı sıra yüz yıla yayılan bir sürecin de retrospektif değerlendirmelere dahil edilmesi sonucunu beraberinde getiriyor. Türkiye’de düzenlenen etkinlikler arasında da, Anadolu’daki Ermeni tarihinden geriye kalan izlerin, bizzat tehcir ertesinde hayatta kalan ve dünyaya yayılanların üçüncü, dördüncü kuşaktan torunlarının öznel perspektifleriyle bir araya getirdikleri fotoğraf sergilerinin ağırlıklı bir yeri olduğu görülüyor.
DEPO’nun evsahipliğini üstlendiği Torunlar: Aidiyetin Yeni Coğrafyaları başlıklı sergide retrospektif bakışın ötesine geçerek farklılaşan bir yaklaşım gözleniyor. Tabii ki Soykırım’ın yarattığı travmatik boşluğun, muazzam acının, adalet talebinin zorunlu kıldığı geridönüşlü bakışı önemsiz kılmaksızın –bugüne tutunma, yaşamı sahiplenme, geleceğe ve umuda kapıyı açık bırakma yönündeki olumlayıcı irade, serginin genel tonunu belirleyen unsur konumunda.
Serginin diyasporanın coğrafi çokluğunu yansıtır bir katılım yelpazesine sahip olması ve net bir biçimde çizgileri çekilmiş bir tematik çerçeveden kaçınılmış olması bu olumlayıcı tona vurgu katmakta. Belki de daha belirleyici olan, projenin katılımcılar arasında uzun zamana yayılan bir etkileşim ve tasarım süreciyle birlikte şekillenmiş olması ki, böylelikle bir yıldönümü etkinliğinin ötesine geçen, derinlik ve süreklilik içeren bir bağıtlanımın, ilginin, yoğunlaşmanın yolu açılmakta.
52. Venedik Bienali çerçevesindeki Ermeni Ulus-öteliğinde Kimlikler Üzerine Konuşmak başlıklı sergiyle 2007 yılında başlayan bu süreç, başka isimlerin dahil olmasıyla birlikte bugüne uzanmış durumda. Farklı coğrafyalarda düzenlenen etkinlik ve sergilerle ilerleyen ve şimdilik son halka olarak Torunlar sergisiyle devam eden bu kolektif sürekliliğin sağlanmasında küratör ve sanatçı olarak katkı veren Silvina Der-Meguerditchian’ın rolü büyük.
Soykırım sonrasında Anadolu’dan Arjantin’e göçen bir ailenin torunu olan sanatçı Berlin’e yerleşmesinin ertesinde farklı vesilelerle ailenin geçmişi, mirası, Anadolu ile olan bağları üzerine düşünme ve çalışma fırsatı bulmuş. Kolektif çalışmaya olan yatkınlığını Osmanlı Ermenileri’nin kentsel ve kırsal kültürünü canlandırma konusunda araştırmalar yapan Houshamadyan adlı projeye de kanalize etmiş. Berlin’de Türkiyeli nüfusla yaşanan temasların yanı sıra, davet aldığı İstanbul ve Türkiye temalı sergilere olan katılımlarını takiben Der-Meguerditchian İstanbul’a gidip gelmeye başlamış. Bugüne dek düzenlediği iki kişisel sergi ve çeşitli etkinlikler sonucunda sanatçının ürettikleri, elde ettiği deneyim ve temaslar Torunlar sergisinin de altyapısını oluşturmakta.
Der-Meguerditchian’ın insanlar arasında kolaylıkla sıcak ilişkiler, ağlar kurma ve bunları ortak projelere havale etme becerisi ilginç biçimde sanatçının çalışmalarında yapısal bir akis buluyor: birbirinden ayrışık duran tarihi kişilikler, fotoğraflar, sözcükler iplik, yün ve çeşitli bağ araçlarıyla hem biçimsel hem de içeriksel örüntüler kuruyor.
Sanatçı küratörlüğünü üstlendiği Torunlar sergisinin yapılandırılmasında da ayrışık parçaları, yani farklı sanatçılara ait yapıtları birbirine bağlayacak yardımcı unsurlar kullanmış. DEPO’nun sergi mekânına yayılan taşıyıcı kolonlar çevresinde ve bitişiğinde konumlanan sanatçı katılımları arasında hamak, okuma köşesi, çay köşesi gibi, izleyiciyi rahatlamaya, okumaya davet eden geçiş alanları oluşturulmuş. Bu tercih aynı zamanda içeriğin de bir aksi olarak işlemekte: farklı coğrafyalardan, farklı dillerden gelen ve ayrışık gibi duran Ermeniliğe ait sesler, sözler, imgeler -mesafeler üzerinden de olsa- çoklu bir birliktelik kurmakta.
Sergi DEPO’nun giriş kapısı tarafındaki önyüzüne yayılan bir duvar resmiyle açılıyor. Maria Bedoian serginin genel tonunu birebir izleyen bir kompozisyon kurmakta: kökleri derinlere uzanan, kimi yerlerinde hoyrat kesintilere, budamalara maruz kalmış, ama göğe yükselmeyi ve tepedeki dallarından birbirinden farklı meyveler vermeyi başaran yarı-organik, yarı-mimari bir varlık karşılamakta izleyiciyi ve mahalleliyi. Ağaç ile Babil Kulesi arasındaki bu melezlenme kuşkusuz Ermeni kültürünün bugüne uzanan hikâyesine denk gelmekte.
Binanın içine girildiğinde merdivenlerde karşılaşılan Der-Meguerditchian’ın videosu da benzer biçimde iyimser ve yaşamı olumlayan bir bakışa sahip. 70’li yıllarda Arjantin’de gösteri güreşi müsabakalarıyla ün salmış olan ve Latin Amerika’daki Ermenilere kurban değil de özdeşleşilecek, sahiplenilecek bir kahraman modeli sunan Martin Karadagian’ın dövüşlerinden birini seyrediyoruz çalışmada. Karşısında mumyalanıp bandajlara sarılmış bir rakip var. Rakibe eşlik eden çocuğu da benzer bir görünüme sahip. Tam hesaplaşılamamış, huzura erememiş bir ölüm var sanki ortada. Fakat Karadagian’ın dövüşü geçmişten gelen hayaletlerle iç huzurun sağlanmasıyla sonuçlanıyor ve müsabaka sonunda hem Karadagian, hem mumya, hem de mumyanın çocuğu hep birden galip ilan ediliyor.
Mumya gibi bezlerle sarılmışlığına rağmen maharetlerini, canlılığını, çevikliğini gösteriyor; dövüş sırasında kendisi gibi mumya görünümüne sahip çocuğunun desteğini alıyor ve maçın neticesinde kendisi, çocuğu ve hatta rakibi hep birlikte galip ilan ediliyor.
Der-Meguerditchian’ın üst kattaki diğer video yerleştirmesinde, bir sütun etrafında üstüste dizilen çok sayıda ekranda dünyanın farklı köşelerinden, birbirine çok uzak şehirlerde yaşayan genç insanların benzer vücut dinamizmiyle Ermeni folklörüne ait dans figürleri icra ettiği görülüyor. Dansa kaynaklık eden coğrafyalardan binlerce kilometre uzakta olunmasına, belki o topraklarla hiç karşılaşılmayacak olmasına rağmen bu genç bedenler kültürel kodları üzerlerine alıyor ve bedenleriyle ördükleri bu performatif aidiyeti sonraki kuşaklara aktarıyorlar.
Yine mekânın taşıyıcı sütunlarından biri etrafına dizilen fotoğraflarında Scout Tufankjian dünyanın farkı bölgelerinde yaşayan Ermeni cemaatlerin hayatına bakıyor, aidiyetin üretildiği alanları, ailenin mahrem mekânını, dinsel, eğitsel amaçlarla ya da eğlenmek için bir araya gelinen buluşmaları görüntülüyor.
Diğer yandan kimlikle özdeşleşme sürecine daha dışarıdan ve aidiyete dair temkinli yapıtlar da sergide yer alıyor. Arman Tadevosyan’ın yanyana sergilediği ikili video düzenlemesinde bir tarafta Türkiye’nin Ermeni sınırına yakın Kars şehrinde çocukların söylediği milli marşı, diğer yanda sanatçının kendi aile arşivinden aldığı bir görüntüyü, kendisinin çocukken bir toplantıda söylediği ve Türklere karşı Ermeni direnişini öven marşı dinliyoruz – cümlelerin ağır, ağdalı yükü ile çocukların naif coşkusu arasındaki mesafe her iki videoda da göze çarpıyor.
Mikayel Ohanjanyan’ın heykel düzenlemesi sanatçının 1915 Soykırımı’nı inkâr eden Türkiyeli bir arkadaşıyla yaptığı sohbet sonrasında ortaya çıkmış. Sanatçı herhangi bir yargıda bulunmaksızın belirli bir konu üzerinde taban tabana zıt iki düşünce arasındaki gerilimi görselleştiriyor. Metalik renkteki yüzeyi ve kübik şekliyle sertlik ve sabitlik hissi veren iki obje arasında gerilmiş olan ipler, ortada kırılgan biçimde duran dokuyu dengede tutuyor; ama her an bu hassas dengenin bozulabileceği hissi de izleyiciye veriliyor.
Diğer yandan Achot Achot’un oldukça çarpıcı ve ayinsel bir görselliğe sahip video çalışmasında yerde yatan birinin ayak tabanlarını ekrana dönük biçimde seyrediyoruz; tabanlar önce balla, daha sonra da beyaz tüylerle kaplanıyor. Balın ağır biçimde aşağıya akan sıvısı, ayağın çıplaklığıyla, vücudun yatay pozisyonuyla birlikte travmatik bir deneyimi ima ediyor, bir yandan da dengeli akışıyla ve sonradan üzerine yapışan beyaz dokuyla bir tür sağaltım olanağına da işaret ediyor.
Talin Büyükkürkciyan Demirci’nin performansında aynı mekâna giren, o mekânla ilişkilenmeye çalışan ve birbirlerinin mekânda bıraktıkları izlerle, nesnelerle oynayan, bozan üç figürü izliyoruz. Duvara farklı dillerde yazılmış olan “Ben Buradaydım” cümlesi ve performansa eşlik eden fabl, toprak ile o toprak üzerinde (bir süreliğine) mülkiyet iddiasında bulunan insanlar arasındaki absürd ilişkiye göndermede bulunuyor. Maria Bedoian’ın bir sehpa üzerinde sergilediği ve deniz kabuklarını andıran fakat yaklaşınca tamamen kurgulanmış, kimliksiz karaktere sahip olduklarını farkettiğimiz objeler otomatik olarak kabul ettiğimiz tanımların, kimlik kalıplarının genelleyici ve yanıltıcı doğasına işaret ediyor.
Olumlayıcı coşkuya ya da temkinli mesafeye dayanan bu işlerin yanında acının, hüznün sızdığı çalışmalar da çıkıyor karşımıza kaçınılmaz biçimde. Ani Setyan’ın enstalasyonunda üç farklı spot altında sergilenen ve kendi başına ayakta duran ahşap bastonu görüyor; eşlik eden ses düzeninde, yere sürtünmeyle çıkan iki hışırtıyı ve takip eden tok bir teması dinliyoruz. Baston sanatçının büyükannesine ait ve ses de evin zili her çalındığında onun kapıya kadar yürürken çıkardığı ve dışarıdan duyulan ses. Bir obje olarak baston belirli bir zorluğa göndermede bulunuyor; ayakta durmakta, yürümekte zorlanılan bir duruma...
Tehcir sırasındaki yürüyüşün kolektif belleğe kazınan zorluğu; Türkiye’de Ermeni kimlikli bir vatandaş olarak yaşamanın zorluğu; yakın geçmişte tanık olduğumuz ve halen sürmekte olan, sürecek olan zorunlu yer değiştirmeler... Diğer yandan baston bir çağrıyı da içinde barındırıyor; destek olmayı, yanında durmayı. Bir diğer İstanbullu sanatçı Hera Büyüktaşçıyan’ın özenli sergi sehpalarında gösterdiği resimler ise tarihi belgelerden alınmış imgeler üzerine kurulu.
Hıristiyan ikonografisine bağlı olduğunu hissettiren fakat yarı silinmiş halleriyle tam olarak tanımlanamayan, flu görüntüye sahip ikonik figürler tarihsel anlatıların zaman içindeki yaşadıkları yıpranmayı, silinmeleri, tahribatı hatırlatıyor. Diğer yandan onları resimler üzerinde birbirine bağlayan kırmızı çizgiler bütün bu yıpranmaya rağmen anlatılar arasında süreklilik sağlanabildiğine, -kuşaklar üzerinden şekil de değiştirseler- bugüne uzanabildiklerine işaret ediyor.
Kimi çalışmalarda da hüzünselliğin bireysel dünyaya yansımalarının ele alındığını, psikolojik boyut üzerine yoğunlaşıldığını görüyoruz. Karine Matsakyan’ın video çalışmasında elinde yaşlı bir yüze sahip oyuncak bebek tutan ve ona sevgi mi, nefret mi duyduğunu tam anlayamadığımız bir şekilde yaklaşan yetişkin bir kadını seyrediyoruz. Kadının büyüyememişliği ve bebeğin erken yaşlanmışlığı üzerinden gelişen ikili ters-zamanlılık izleyici üzerinde tedirgin edici bir his bırakmakta.
Marie Zolamian’ın resim dizisinde ise, verdikleri pozla bir aile albümünden alındığını hissettiren dörtlü bir figür kompozisyonunu görüyoruz sürekli olarak; aynı grup bütünüyle farklı ortamlarda, farklı renklerde sürekli olarak tekrarlanmakta. Coğrafyalar arasında bir sürüklenme, yeryurt edinememe hissi seziliyor. Melankolik ton figür kompozisyonunda bir baba figürünün olmamasıyla birlikte güçleniyor; bir kayıp duygusu diziye eşlik ediyor.
Şiddete incelikli biçimde yer veren işler de çıkıyor karşımıza. Archi Galentz’in duvar yerleştirmesinde, başka bir sergi ortamından, arkasındaki duvar da zorla sökülerek alınmış sanat ve kültür objeleri görüyoruz. Sanatçı bağlamlarından koparılan, siyaset ya da ticaret aracılığıyla kayıtsızca el değiştiren, keyfi biçimde yanyana getirilen ve istenen anlatı içine zorla yerleştirilen yapıtları konu alıyor açıkça.
Sergilenen yapıtlardan birinin 1915’ten canlı kurtulan bir Ermeni sanatçıya ait olduğu bilgisi, Galentz’in çalışmasını Torunlar’ın çerçevesine yaklaştırıyor: el konulan, kimi zaman da tahrip edilen yapıtlar, milli sanat tarihi anlatılarından silinen isimler, yeni kurulan anlatılar... Linda Ganjian’ın tablolarında Osmanlı sanatına ait geometrik süsleme çerçevelemeleri içinde İznik çinilerine ait çiçek motiflerinin içiçe girdiği görülmekte. Yalnız, çiçekler armonik ve düzenli hallerinden oldukça uzaktalar; ait oldukları bahçelerin bakımsız hale geldiğini düşündürürcesine yapraklanmış, uzamış, üstüste binmiş bir haldeler. Bahçelerin sahiplerine ne olduğunu çıkarsamak pek zor değil.
Sergiyle ilgili olarak Agos gazetesine verdiği röportaja “İlgilendiğimiz Tek Konu Soykırım Değil” başlığının verilmesini tam olarak uygun bulmadığını söylemişti Silvina Der-Meguerditchian sergi açılışında. Doğrudan Soykırım’a işaret etmese de, belgelemeye çalışmasa da, konu hakkındaki mücadelenin haklılığını vurgulamaya girişmese de bir şekilde yaşananları içinde taşıyarak ilerliyor Torunlar sergisi: yaşamda kalmışlığı kutlayarak, hüznü sahiplenerek, geriye çekilip bakarak, ruhsal dalgalanmalara kendini bırakarak, ince titreşimlerle isyan ederek...
Ayrıca, sergideki sanatçıların 1915 ile ya da kendi travmaları ile ilişkilenen birer işlerini sergiledikleri Hüzün Odası da bu bağlantının vazgeçilmezliğini ortaya koyuyor. Ani Setyan’ın video röportajlarında işaret ettiği kaybolup giden gayrimüslim esnafın, zanaatkârın yarattığı boşluk, medeniyet kaybı; Silvina Der-Meguerditchian’ın yastık kılıfı içine doldurduğu taşlarla hissettirdiği yersizlik, evsizlik, uykusuzluk ya da ancak acıyla birlikte uyuyabilme hali; Achot Achot’un videosundaki karanlık sokaklarda gece vakti dolanan otomobil ve yolculuk bittiğinde ortalığı kaplayan sessizlik ve onu tırmalayan silecek sesi; Arman Tadevosyan’ın küçük tablolarında belirsiz bir uzama sıkışıp kalmış cansız bedenler; Hera Büyüktaşçıyan’ın uzaktaki ya da geçmişteki insanlarla ilişkiyi sağlayan işaret parmakları, söylenemez olana temas etmeye çalışan işler olarak yer alıyorlar bu odada.
Bu ekip çalışması ilerde başka aşamalara geçecek mi, sergilere devam edecek mi henüz belli değil gibi görünüyor. Ama halihazırda uzun zamana yayılmış olduğuna göre bu kolektif deneyimin dallanıp budaklanarak zenginleşeceğini, farklı anlatıları, yaklaşımları içine alarak genişleyeceğini beklemek yanlış olmaz sanırım. (EK/NV)
DEPO'da devam eden Torunlar sergisini 1 Kasım'a kadar ziyaret edebilirsiniz.
* Fotoğraflar: Pınar Gediközer